Bu Blogda Ara

31 Ocak 2012 Salı

Astronomi nedir

Astronominin kısa tarihçesi

Neredeyse insanlığın yazılı tarihiyle yaşıt olan astronomiye ilişkin ilk bilgilerin çoğu Babillilere dayandırılır.

Babillilerin, IÖ 3000'lerde; bugün bilinen takımyıldızlardan birçoğunu tanımladıkları ve bazı astronomi olaylarının belirli bir düzen içinde yinelenmesine dayanan bir takvim geliştirdikleri biliniyor. Sonraki yüzyıllarda bir yandan gökcisimlerinin, özellikle

Ay'ın ve gezegenerin hareketlerine ilişkin gözlemler sürdürülürken, bir yandan da evrenin yapısına ve düzenine ilişkin kuramlar geliştirildi. En başarılı örnekleri

Eski Yunan düşünürlerince tasarlanan bu evren modellerinden çoğu yermerkezliydi; başka bir deyişle, evrenin merkezinde yeryüzünün bulunduğunu,



Güneş'in ve tüm gezegenlerin Yer'in çevresinde dolandıklarını kabul ediyordu. İÖ

6. yüzyılda

Pythagoras, Yer'in bir küre biçiminde olduğunu ve evrende, doğa yasaları arasındaki uyumlu ilişkinin yönetimi altında hareket eden pek çok gökcismi bulunduğunu öne sürdü. Sonraki Yunan düşünürleri gökyüzünü, tam merkezinde yerkürenin bulunduğu ve iç yüzeyinde birer mücevher gibi yıldızların asılı olduğu içi boş bir küre olarak düşündüler. Bu küre, Yer'in ortasından geçen bir eksene dayanıyor ve bu eksenin çevresinde her gün doğudan batıya doğru döndüğü için gökcisimleri sabah doğup akşam batıyordu.

Aynı dönemlerde bazı Pythagorasçı düşünürler, evrenin merkezinde Güneş'in yer aldığı inancına dayanan günmerkezli evren düşüncesini ortaya attılar. İÖ 3. yüzyılda

tarafından daha da geliştirilen bu düşünce, hareketsiz oldukları sanılan yıldızların ve yeryüzündeki cisimlerin hareketlerini açıklamakta yetersiz kaldığı için pek yandaş bulamadı.

</p><p>
Resmi büyült
İS 2. yüzyılda Yunanlı astronomi bilgini

Ptolemaios (Batlamyus), yermerkezli evren modelini iyice geliştirerek çok sağlam temeller üzerine oturttu. Yaklaşık 14 yüzyıl boyunca astronomi dünyasında tartışmasız benimsenen Ptolemaiosçu evren modelinin temelinde, gezegenlerin görünür hareketlerini oldukça başarılı bir biçimde açıklayan "ilmek" (episikl) kavramı yatıyordu. Her birinin üstünde bir gezegenin dolandığı varsayılan ilmekler, merkezleri, Yer'in çevresindeki daha büyük bir çemberin üstünde batıdan doğuya doğru hareket eden daha küçük çemberlerdi. Oldukça karmaşık bir sistem olan ve 80 kadar ilmeğin hesaba katılmasını gerektiren Ptolemaiosçu evren modeli, gene de bazı astronomi olaylarını açıklamakta başarısız kalıyordu. Ancak, bir yandan gözlemlerle daha uyumlu başka bir seçenek geliştirilmemesi, öte yandan Aris-totelesçi anlayışa ve kilisenin görüşüne uygun olması, bu modelin yüzyıllarca astronomi bilimine egemen olmasını sağladı. Kilise, evrenin merkezine Yer'i, dolayısıyla insanı yerleştiren ve gökcisimlerinin değişmezliğini, bir anlamda da kutsallığını doğrulayan yermerkezli sistemi kendi dogmalarına uygun buluyordu.

6. yüzyıldan sonra, astronomi çalışmalarının ağırlığı

İslam dünyasına kaydı. Başta Ptolemaios,

Aristoteles,

ve Aristarkhos olmak üzere birçok Yunan astronomunun yapıtlarını Arapçaya kazandıran İslam bilginleri, kuramsal çalışmaların yanı sıra, gözlemleri, ölçümleri ve astronomi aletlerine getirdikleri yeniliklerle bu bilime değerli katkılarda bulundular.

Ptolemaios astronomisine ve,

Aristoteles fiziğine karşı çıkan 10. yüzyıl bilgini

Birûni, yerkürenin durağan olmayıp döndüğünü kanıtlamaya çalışarak

Kopernik sisteminin temellerini attı, ayrıca tutulum düzlerniyle Ekvator arasındaki açıyı veren ölçümler yaptı. Aynı dönem astronomlarından Bettani ise, Ptolemaios'un, Güneş'in yeröte noktasının sabit olduğu yolundaki savını çürüttü ve küresel trigonometriye ilişkin çalışmalarıyla çağdaş astronominin yolunu Güneş'in dönencelerinin devindiğini bulan

11. yüzyıl bilginlerinden Endülüslü

Zerkali, bu devinimi hesaplamayı da bir kurala bağladı; Yunan ve

Rönesans astronomileri arasındaki köprünün temel direklerinden biri de 11. yüzyılda yaşayan Bağdatlı

'dir. Gezegenlerin aslında var olmayan çemberler üzerinde değil, dönen somut küresel yüzeyler üzerinde bulunduklarını ileri süren Heysem, bu kuramıyla, gezegenlerin hareket ederken önlerindeki havayı sıkıştırıp, arkalarında bir boşluk bıraktıkları inancına son verdi. Endülüslü astronom Bitrüci de, Ptolemaiosçu evren modelinin Aristoteles fiziğine aykırı düşen noktalarını belirledi, geliştirdiği yeni modelle Kopernik sisteminin doğuşuna ortam hazırladı. Bu arada 12. yüzyıl astronomu Bağdatlı , Hipparkhos'un tasarladığı usturlabın yapımını ve kullanımını yaygınlaştırarak, gökcisimlerinin ve yıldızların konumunun gözlemlenmesi yoluyla bu cisimlerin ufuk düzleminden yüksekliğinin ölçülmesini, böylece yerel zamanın hesaplanmasını olanaklı kıldı.


16. yüzyılda

Polonyalı astronomi bilgini Mikotaj

Kopernik, Ptolemaios'un yermerkezli sisteminden daha basit ve gezegenlerin hareketlerini açıklamakta daha başarılı bir günmerkezli sistem geliştirerek, Ptolemaiosçu evren modelinin tartışılmazlığına sonverdi. Bu sistemde Ay gene Yer'in çevresinde dolanıyor, buna karşılık Yer de, bütün öbür gezegenler gibi Güneş'in çevresinde dolanarak tüm ayrıcalığını yitiriyordu.

Kopernik'in De revolutionibus orbium coetestium (1543; Gök Kürelerinin Dolanımı Üzerine) adlı kitabında açıkladığı günmerkezli kuram çağdaş astronominin başlangıcını müjdeliyordu.

Ölmüş bir yıldızdan çıkan gaz</p><p>
Ölmüş bir yıldızdan çıkan gaz

17. yüzyıl, astronomide büyük ilerlemelere yol açan çok önemli gelişmelere sahne oldu. Özellikle

Johannes Kepler'in gezegenlerin hareket yasalarını açıklaması,

Galileo Galilei'nin astronomi gözlemlerinde teleskop kullanımını başlatması, Isaac Newton'ın hareket ve kütleçekimi yasalarını belirlemesi birer dönüm noktasıydı. Bu önemli buluşlar başka önemli katkıları da ardında getirdi. Örneğin 1750'de evrenin çok sayıda gökadadan oluştuğunu açıkladı. Aynı yüzyılın sonlarında gene İngiliz astronomlarından William Herschel gökcisimlerini güçlü teleskoplarla çok sistemli bir biçimde gözlemleyerek, çağdaş yıldız astronomisinin temellerini attı.

18. yüzyılda, Güneş sistemini kapsayan Samanyolu gökadasının ve tüm evrenin yapısına ilişkin araştırmalar ye kuramsal yaklaşımlar gündeme geldi. Örneğin 1796'da Fransız matematikçi , Güneş sisteminin, bir gaz bulutunun soğuyarak sıkışması sonucunda oluştuğunu öne süren "bulutsu varsayımı"nı ortaya attı. 19. yüzyılda tayfölçümü ve fotoğraf tekniklerinin astronomiye uygulanması, yıldızların ve bulutsuların parlaklıkları, sıcaklıkları ve kimyasal özellikleriyle ilgili nicelve nitel çalışmaların başlamasına yolaçtı.

Çok geçmeden, gezegenler ve Güneş sistemiyle birlikte tüm gökcisimlerinin özelliklerinin, ancak bu cisimlerin atmosferlerinin ve iç yapılarının fiziksel özellikleriyle açıklanabileceği anlaşıldı. Fizik yasalarını astronomi gözlemlerine uygulama eğilimi özellikle 1920'lerde giderek yaygınlaştı ve astronomların çoğu kendilerini astrofizikçi" olarak kabul etmeye başladı.

Bu yaklaşımın temel odakları olan X ışınları astronomisi, gamma ışınları astronomisi Ve radyoastronomi, klasik astronomi yöntemlerinden çok fizik, ve mühendislik bilimlerinin yöntemlerinden yararlanır. Özellikle güçlü' gözlem araçlarının ve yardımcı donanımların geliştirilmesinde mühendislik bilimlerinin birikimi büyük önem kazanır. Elektronik radar ve radyo birimleri, yüksek hızlı bilgisayar sistemleri, yükselteçler, Yer yörüngesine oturtulmuş gözlemevleri ve uzun erimli uzay sondalan gibi teknik gelişmeler, gerek kuramlara, gerek gözleme dayalı astronomi araştırmalarının sınırlarını büyük ölçüde genişletmiştir.

Astronomi ilk çağlardan bu yana hem amatörlerin, hem de devletten ya da çeşitli kuramlardan destek alan profesyonellerin ilgilendiği bir bilimdir. Bu konudaki devlet desteğinin başlangıcı, mevsimlerin, takvimin ve dua zamanlarının belirlenmesi için din adamlarının ve başka resmî görevlilerin görevlendirildiği antik çağlara değin uzanır. Sonraki yüzyıllarda soylular ve papalar da astronomiyle uğraşan kişileri desteklediler. 17. yüzyılda pek çok ülkede denizciliğin gelişmesi ve standart saat uygulamasına, geçilmesi, devleti ulusal gözlemevleri kurmaya ve astronomi araştırmalarıyla uğraşan kurumları desteklemeye yöneltti, 20. yüzyılda, uzay araştırmalarının öneminin artmasıyla birlikte, devletlerin astronomi çalışmalarına katkısı da dev boyutlara ulaştı. Bir yandan da uluslararası işbirliği alanında önemli adımlar atıldı. 19. yüzyılda astronominin gelişimine büyük katkılarda bulunan İngiltere'de Royal Society, ABD'de Amerikan Astronomi Derneği, Almanya'da Astronomi Derneği gibi ulusal kurumların yanı sıra Uluslararası Astronomi Birliği (IAU), Şili'deki Avrupa Güney Gözlemevi ve Inter-American Gözlemevi gibi, çok sayıda ülkenin bilim adamlarını bir araya getiren kuruluşlar ve gözlemevleri kuruldu.

Gökbilim

Antik Çağ'da gökbilim

Antik Çağ'da gök biliminin gelişimindeki önemli hususlar olarak şunlar söylenebilir :

  • Gökbilim önceleri yalnızca, çıplak gözle görülen gök cisimlerinin gözlemi ve hareketleri hakkındaki öngörülerden oluşuyordu. Eski zamanlarda gözlemler çıplak gözle yapılıyorsa da o zamanlar günümüzdeki gibi sanayi ve ışık kirliğinin bulunmayışı insanlara büyük bir avantaj sağlıyordu. Bu yüzden antik çağda yapılan gözlemlerin günümüzde yapılması neredeyse olanaksız derecesinde zordur.

  • Eski insanların dairesel tarzda dikmiş oldukları 6.500 yıllık megalitlerin ( , Stonehenge) gökbilimsel gözlem amacıyla kullanıldıkları sanılmaktadır.
  • Eski çağlarda gökbilimde ilerlemiş uygarlıklardan bazıları, Çin, Hint, Sümer, , Mısır, Toltek, Zapotek ve Maya uygarlıklarıdır.
  • Rig-Veda'da Güneş'in hareketine bağlanan 27 takımyıldızdan ve 13 bölümlü zodyaktan söz edilir.
  • Mayalar ise teleskopları olmadıkları halde Venüs’ün evrelerini ve tutulmalarını tam olarak saptayabilmişlerdi.
  • Antik Yunanlar'ın gök bilimine yaptıkları en önemli katkı, yıldızları kadir derecelerine göre sınıflandırmaya çalışmış olmalarıdır.

    Ortaçağ'da gök bilimi

    Ortaçağ’da gökbilim bilgilerinin İslam bilginlerince geliştirildiği ve bu bilgilerin sonradan Batı'ya aktarıldığı görülür{{olgu}}.
    Gökbilimi geliştiren bu İslam bilginlerinden başlıcaları şöyle sıralanır :
  • Fergani (805–880), Gök cisimlerinin hareketleri üzerine yazılar yazdı, ekliptiğin eğikliğini hesaplamasını sağladığı gözlemlerde bulundu.
  • Kindi (801–873), filozof ve ansiklopedici bilgin, gökbilim üzerine 16 eser yazdı.
  • Battani (855–923), gökbilimci ve matematikçi
  • Hasib El-Mısri (850–930), Mısırlı matematikçi
  • Harezmi (780-850): Türkistanlı matematikçi.
  • Ebubekir Er- Razi (864–930), İranlı bilgin
  • Farabi (872–950) büyük filozof ve bilgin.
  • Khujandi 10. yüzyılın sonunda Tahran yakınında bir gözlemevi inşa etti.
  • Ömer Hayyam (1048–1131), cetveller hazırladı, takvimi geliştirdi.
  • Ibn El-Haytham (965–1039), matematikçi ve fizikçi.
  • Biruni, (973–1048), matematikçi, gökbilimci ve ansiklopedici.
  • (1201–1274), filozof, matematikçi, gökbilimci ve ilahiyatçı; trigonometrinin kurucularından biri olarak kabul edilir.
  • Gıyaseddin Cemşid (1380–1429), (Özbekistan)
  • Uluğ Bey (1393 - 1449) Timur İmparatorluğu'nun 4. hükümdarı. Matematikçi ve gökbilimci.
  • Ali Kuşçu (1403 - 1474) Türk gökbilimci, matematikçi ve dilbilimci

    Rönesans'ta gök bilimi

  • Kopernik Güneş merkezli güneş sistemi modelini fikir olarak ortaya attı.
  • Koperniğin fikri Galile ve Kepler tarafından savunuldu, geliştirildi ve düzeltildi.
  • Kepler Güneş’in çevresindeki gezegenlerin hareketini belirleyen bir yasalar sistemi olduğunu düşünen ilk kişi oldu.
  • Çekimi hareket yasalarıyla tanımlayan Newton oldu. Böylece gezegenlerin hareketine makul bir açıklama getiren ilk kişi de o oldu. Aynı zamanda yansıtıcı teleskobu icat etti.

    Günümüzde gökbilim

    </p><p>Apollo Teleskobu'nun yapısı
    Resmi büyült
    Apollo Teleskobu'nun yapısı
    Gökbilim 19. ve özellikle 20. yüzyılda baş döndürücü bir hızla ilerlemiştir. Yakın zamanlardaki keşif ve gelişmelerle ilgili olarak şunlar söylenebilir:

  • Teleskopların geliştirilmiş olmasının yanısıra, diğer bilim dallarındaki ilerlemelerin de gök bilimine yardımcı olmaları sayesinde, evrenin gizleri bir bir açığa çıkmaktadır.
  • Gökbilimdeki en önemli gelişmelerden biri, tayfölçümü de denilen spektroskopinin (maddelerin ışıkla olan etkileşimlerini anlamaya çalışma, maddelerin soğurduğu ve yaydığı ışığı, yani elektromanyetik dalgaları saptayarak maddenin yapısı hakkında sonuçlara varma tekniği) yani yıldız ışığının elektromanyetik spektral analizine başlanmış olmasıdır.
  • Diğer yıldızların ışıklarının analizi, bu yıldızların ışığının temelde Güneş’in ışığından farksız olduğunu, fakat yıldızlar arasında sıcaklık, kütle ve boyut bakımından son derece büyük farklılıklar bulunduğunu göstermiştir.
  • 20. yüzyılın başında diğer galaksilerden ayrı bir birim olarak galaksimizin varlığı kanıtlanabilmiştir.
  • Ardından Hubble yasası ile evrenin bir genişleme içinde olduğu saptanmıştır; galaksiler giderek birbirinden uzaklaşmaktadır.
  • Kozmolojik termik ışıma (fosil ışıması) ve kimyasal elementler ve izotoplarının maddeden ayrılmasını açıklayan farklı nükleosentez teorileriyle büyük ölçüde gökbilim ve fiziğe dayalı olan Büyük Patlama kuramı yoluyla kozmoloji özellikle 20. yüzyılda büyük gelişmeler göstermiştir.
  • 20. yüzyılın bu alandaki son gelişmeleri olarak, radyoteleskopların, radyoastronominin, modern bildirişim araçlarının ortaya çıkması sayılabilir. Bunlar sayesinde, elektromanyetik dalgalarla uzayı aşan parçacıkların spektroskopik analizi yapılabilmiş ve böylece uzak gök cisimleri üzerinde yeni deney türleri olanaklı hale gelmiştir.

    Gökbilimin dalları, alanları, konuları

    Antikçağdaki başlangıç döneminde gök bilimi yalnızca astrometriden, yani yıldız ve gezegenlerin gökyüzündeki konumlarının ölçümünden ibaretti. Daha sonra Kepler ve Newton’un çalışmaları gök cisimlerinin kütle çekimi etkisi altındaki hareketlerinin matematik yoluyla öngörülmesini sağlayan gök mekaniğini doğurdu. Bu iki alandaki ( astrometri ve gök mekaniği) çalışmaların çoğu, önceleri, elle yapılan işlemlerden oluşuyordu. Günümüzde ise bu çalışmalar bilgisayarlar ve fotoğraf aygıtları ile yapılabilmektedir ki; bu da gök cisimlerinin konum ve hareketlerinin çok büyük bir hızla saptanabilmesini sağlamaktadır. Bu yüzden modern gökbilim daha ziyade gök cisimlerinin fiziksel doğasını gözlemlemleye ve anlamaya yönelmiştir.

    20. yüzyıldan itibaren profesyonel gök bilimi iki alana ayrılma eğilimi göstermiştir : gözlemsel astronomi ve teorik astrofizik. Gök bilimcilerin çoğunun her iki alanda da çalışıyor olmasıyla birlikte, profesyonel gökbilimciler giderek bu iki alandan birinde uzmanlaşma eğilimi göstermektedirler. Gözlem gök bilimi esas olarak verilerin elde edilmesiyle ilgilenir. Teorik astrofizik ise esas olarak gözlemlenen fenomenleri anlamaya ve öngörülerde bulunmaya çalışır. Teorik astrofizik gözlem gökbilimine bir tamamlayıcı etken olarak gökbilimsel oluşumları açıklamaya çalışır da denilebilir.

    Gök biliminin bir dalı olan astrofizik, yıldızların gözlemiyle sınıflandırılan fiziksel fenomenleri tanımlar, belirler. Günümüzde gök bilimcilerin hepsi de belirli bir astrofizik bilgisine sahiptirler ve gözlemleri de hemen hemen her zaman, yine astrofizik bağlamında incelenir. Bununla birlikte, kendilerini yalnızca astrofiziği incelemeye vermiş araştırmacılar da yok değildir. Astrofizikçilerin çalışması gökbilimsel gözlem verilerini analiz etmek ve onları fiziksel olgulara indirgemektir.

    Astrofiziğin bir dalı olan kozmoloji, evreni fiziksel bir sistem olarak inceler; yani evrenin doğuşu ve büyümesi, evrimi, gökcisimlerinin fiziksel ve kimyasal özellikleri ve konumlarının hesaplanması ile ilişkilidir. Gökbilim gözlemleri salt gökbilim ile ilişkili değildir; aynı zamanda genel görelilik kuramı gibi fizikte çok önemli yeri olan kuramların sınanması için de gözlemsel veri sağlar.

    Kullanılan inceleme yöntemi, amaç ve konuya göre birbiriyle iç içe olan, genel gök bilimi, astrofizik ve uzay bilimleri gibi birçok dala ayrılır. Gök biliminde inceleme alanları aynı zamanda şu iki kategoride ele alınır:

  • Konuya göre gökbilim. Genellikle uzayın bölgelerine göre (örneğin galaktik gök bilimi) ve ilgili meselenin tiplerine göre dallara ayrılır (yıldızların oluşumu, kozmoloji).
  • Gözlem tarzına göre gökbilim. Saptanan partiküllerin tipine (ışık, nötrino) veya dalga genişliğine (radyo dalgaları, gözle görünen ışık, kızılötesi ışınlar) göre dallara ayrılır.

    Gözleme göre gökbilim

  • Tayfta soldan sağa doğru sırasıyla,
  • y ışınları, x ışınları , morötesi ışınlar , insanın gözüyle gördüğü ışık, mikro dalgalar, radyo dalgaları bulunur.
  • basketbol nedir

    Beşer kişilik iki takım halinde topla oynanan bir oyun. İlk olarak 1891 senesinde Amerika’da
    Springfield Üniversitesi eğitim üyelerinden Dr. James A. Naismith tarafından tasarlanıp tatbik edilmiştir. Bu oyunun en önemli özelliği salonlarda ve açık sahalarda oynanabilmesidir. İngilizce sepettopu manasına gelen basketbol, 1894 senesinde resmi kaidelere tabi tutulmuş ve devletlerarası ilk milli maç da 1897’de oynanmıştır. 1904’te Saint-Lovis Olimpiyatlarında gösteri niteliğinde oynanan basketbol, 1936 Berlin Olimpiyatlarında resmen yarışma programına alınmıştır.


    Türkiye’de ilk defa 1904 yılında

    Robert Kolejinde oynandı. Bilahare 1911’de

    Galatasaray Lisesinde, sonra

    İzmir Amerikan Kollejinde bu spor ile uğraşıldı. Spor kulüplerinden

    Fenerbahçe 1915 yılında basketbol takımını kurdu. Bütün bunlara rağmen Türkiye’de basketbol 1924 yılından sonra itibar görmeye başladı. İlk milli maç,

    Yunanistan’la 24.6.1936 tarihinde İstanbul’da oynandı. Maçı Türkiye 49-12 kazandı.

    Basketbol 28 m uzunluğunda ve 15 m genişliğinde sert zemine sahip (parke, beton veya sert toprak zemin olabilir) bir sahada oynanır. Sahanın sınırlarını belirten çizgilere sırasıyla yan ve dip çizgiler denir. Kale, basketbol adı verilen bir tahta ve bu tahtaya dik olarak tutturulmuş çemberdir. Tahta dip çizgiden 120 cm içeride, 180 cm x 120 cm x 3 cm ebatlarındadır. Alt kenarı yerden 275 cm yüksekliktedir. Çember 45 santimetredir. Çembere topun üstten geçmesine engel teşkil etmeyecek şekilde dibi delik olan bir file takılır. Basketlerin önünde de serbest atış sahası bulunur. Takımlar topu karşı takımın basketine (kalesine) atmaya ve kendi basketine atılmasını engellemeye çalışırlar.

    Basketbol bir sür’at oyunudur. 600-650 g ağırlığında ve 75-78 cm çevre uzunluğuna sahip olan top, elle oynanır. Ayak ile vurmak yasaktır. Kasti olmayarak topun ayak ile teması cezayı gerektirmez. Topun ilerlemesi pas vermek veya yerde zıplatmak suretiyle olup ele alınarak ilerlenemez. Oyunun kuralları da oyunu sür’atlendirici özelliklere sahiptir. 3 saniye, 5 saniye, 10 saniye ve 30 saniye kuralı gibi. Hücum anında hücum eden takımın oyuncusu topsuz olarak rakip takımın serbest atış sahası içerisinde 3 saniyeden fazla kalamaz. Bir oyuncu, topu; top sürmeden ve pas vermeden elinde 5 saniyeden fazla bekletemez.

    Topu kendi sahasında ele geçiren takım, sahasını 10 saniyede terketmek mecburiyetindedir. Rakip sahada ise en geç 30 saniye zarfında topu baskete atmak için teşebbüste bulunmalıdır. Rakip sahaya geçen takım topla beraber tekrar kendi sahasına dönemez. 30 saniye kuralında son yapılan değişiklikle hücum halindeki takım, topu kaybedip tekrar kullanma halinde zaman sıfırlanmadan kaldığı yerden devam eder. Basketbol maçları iki saha, bir sayı, bir saat ve bir de istatistik hakemi tarafından idare edilir.

    Maç süresince istenildiği kadar oyuncu değiştirme hakkına sahip olan takımlar; sahaya beşer kişi ile çıkarlar. Maç, misafir takımın kendi basket seçmesi, şayet tarafsız bir saha ise kur’a ile basketlerin seçilmesinden sonra hakemin hava atışı ile başlar. Yirmişer dakikadan iki devre halinde oynanan maçta devre arası 10 dakikadır. Her takım bir devrede 2 mola alma hakkına sahiptir. Oyuncular numaralı fanila, şort, çorap ve tabanı lastik olan bez bot giyerler. Saha hakemleri masa hakemlerine el-kol işaretleri ile oyundaki durumları izah ederler. Bu sebepten işaretlerde bir karışıklığa meydan vermemek için sporcuların giydikleri formalarda 1, 2, 3, rakamları bulunmaz.

    Basketbolun önemli bir diğer özelliği de, rakib oyuncuların hareketlerine mani teşkil edecek hareketlerde bulunmamaktır. Çünkü oyuncuların yaptıkları her şahsi ve teknik hata karşı takıma avantaj kazandırır. Hücum halinde olan oyuncuya yapılan hareket serbest atışla cezalandırılır. Yaptığı şahsi ve teknik hataları beş olan oyuncu maçtan çıkartılır ve yerine başka oyuncu girer. Atılan oyuncu tekrar oyuna giremez. Bir takımın bir devrede aldığı toplam faul miktarı 7 olursa, bundan sonraki yapacakları her faul için rakip takım serbest atış hakkı kazanır.

    Basketbol maçlarında topun oyun dışında olduğu zaman, serbest atışlarda, molalarda, kronometre durdurulur. Çünkü bu gibi durumlar süreye dahil edilmezler. Topun basketten geçmesi atan takıma üç sayı çizgisi adı verilen dairenin dışından yapılmışsa üç, içinden yapılmışsa 2 puan, serbest atışlarda ise 1 puan kazandırır. En çok sayı yapan takım maçı kazanır. Beraberlik halinde maç 5 dakika uzatılır. Beraberlik yine bozulmazsa maç herhangi bir takımın en az bir sayı öne geçmesine kadar devam eder.

    Fiba kurallarına göre basketbolda diğer ölçüler ve kurallardan bazıları aşağıdaki gibidir:

    Üç sayı çizgisi 6.25 metredir. Bu çizgiden atılan basketler 3 sayı olarak kaydedilir.

    Beşinci faülünü alan veya diskalifiye edilen oyuncunun değiştirilmesi süresi 1 dakikadır.

    Çember üstünde var sayılan silindir içinde top çembere çarptıktan sonra temas serbesttir.

    Rakibi tarafından veya rakipleri tarafından yakından marke edilen bir oyuncu, topu bilerek rakibine çarptırır ve top dışarı çıkarsa, topun en son dokunan çizgileri dışından oyuna sokmak üzere aynı oyuncuya verir. Bu durum, topu oyuna sokacak takıma yeniden bir 30 saniye hakkı vermez.

    Memleketimizde büyük ilgi gören basketbol yurdumuzda ve dünyanın pekçok ülkelerinde amatör bir spor dalıdır. Amerika’da profesyonel lig halinde oynanan basketbolün dünyadaki en parlak ismi, nizami olmayan gösteri sporu olarak maç yapan Harlem takımıdır.

    Basketbolda yeni oyun kuralları değişiklikleri özeti (1991):

    1. Takım sırası sorumluluk alanı:

    Orta çizgiden 5 metre uzaklıktan itibaren yan çizgiye 2 m uzaklığında ve dip çizgiye kadar olan alanı kapsayacaktır. Antrenörler ve yedek oyuncular bu alan içerisinde bulunacaklar ve ancak şu özel şartlarda bu alanın dışına çıkabileceklerdir:

    a) Sakatlanan bir oyuncuya bakmak için hakemden müsaade aldıktan sonra,
    b) Bir oyuncu değişikliğini masaya bildirmek için,
    c) Antrenör veya antrenör yardımcısının mola istemesi halinde,
    d) Masadan zaman, sayı levhası, faul sayıları hakkında bilgi istenmesi durumunda.

    Takım sırasında oturan herkese, bu alanı izinsiz terk ettikleri takdirde Teknik Faul verilecektir.

    2. Formalar:

    Formaların önü ve arkası aynı ve tek renkte olacak. Bu husus şortlar için de aynı şekilde geçerlidir. Oyuncular forma içine tişört giyebilirler. Yalnız bu tişörtlerin forma ile aynı renkte olması gereklidir.

    Şortlar altına giyilecek tayt gibi esnek malzemelerin de şortla aynı olması gerekmektedir. Çizgili formalar uygun değildir.

    Formaların kol, yaka ve şortların yan ve alt kenarlarına konacak çizgiler ile takımların amblem ve isimleri tabii olarak bu tariflerin dışındadır.

    3. Üç sayılık atış:

    Üç sayılık bir atış denemesi yapıldığında top çembere değinceye kadar yapılan ihlallerde atış özelliğini korumakta olup, top çembere dokunduktan sonra bu niteliğini kaybetmekte ve yapılan ihlallerde iki puan olarak değerlendirilmektedir.

    4. Devre ve oyun sonu ile ilgili kurallar:

    Müsabakayı yöneten hakemler herhangi bir sebeple oyunu bitiren sesli işareti duymamışlar ve bu esnada bir şut atılmış veya faul olmuşsa Başhakem, derhal yardımcı hakeme başvuracak ve kısa bir konuşma yapacak, gerekiyorsa ve varsa masadaki Teknik Komisere ve diğer masa görevlilerine danışacaktır. Bütün bunlara rağmen nihai kararı Başhakem verecektir.

    5. Mola:

    Nizami bir mola süresi 1 dakika olduğu halde saat hakemi 50. saniyede sesli işaretini verecektir. Mola alındığında oynayan oyuncular kenardaki yedeklerin oturduğu takım sırasına giderek burada oturabilirler ve antrenörlerin talimatını burada dinleyebilirler.

    6. Sakatlanan oyuncular:

    Herhangi bir oyuncu sakatlandığında hakemler bu oyuncunun derhal oyuna dönüp dönmeyeceğine karar vermelidirler. Buradaki derhal kelimesi en fazla 15 saniyelik bir süreyi kapsamaktadır. Oyuncu oyuna devam edebilecek durumda ise oyuna tekrar ve derhal başlanır.

    Ancak, sakatlanan oyuncuya bir tedavi gerekiyorsa oyuncu, 1 dakika içinde veya tedavisinin izin verdiği en kısa zamanda değiştirilmelidir. Burada tedaviden kasıt yetkili bir kişinin (doktor, masör) tedaviyi gerçekleştirmesi ve tedaviye gerek olup olmadığına karar vermesidir. Tedavi sırasında 1 dakikadan fazla süre geçecekse sakat oyuncu değiştirilmelidir.

    7. Topun saha dışına çıkışı:

    Rakibi tarafından veya rakipleri tarafından yakından marke edilen bir oyuncu topu bilerek rakibine çarptırır ve top dışarı çıkarsa topun en son dokunan oyuncu tarafından dışarıya çıkarıldığı kabul edilir ve top sınır çizgileri dışından oyuna sokmak üzere aynı oyuncuya verilir. Bu durum topu oyuna sokacak takıma yeniden bir 30 saniye hakkı vermez.

    8. Topu kenar çizgiden oyuna sokma:

    Herhangi bir sebeple top kenar çizgileri dışından oyuna sokulacaksa top hakem tarafından oyuna sokulacak oyuncuya verilecektir. Topun oyuna sokacak olan oyuncunun eline verilmesi, atılmaması gerekmektedir. Bu kural, ön ve geri sahada topun oyuna sokulması için geçerlidir.

    Ayrıca, bir oyuncu topu eline aldıktan sonra içeriye atmadan evvel verilen noktadan yana en fazla bir adım atabilir. Bir adımdan fazla atılması durumunda kaide ihlali çalınacaktır. Bir adımla birlikte topun oyuna sokulmasında diğer bir durum, oyuna sokacak oyuncunun bulunduğu yerde pivot hareketi yapması ve oyuna sokmasıdır. Bu hareket de kurallara uygundur.

    9. Fumble:

    Uzun yıllardır basketbol oyun kurallarının bir parçasıdır. Fumble, bir oyuncunun topu kazaen elinden düşürmesi ve onu tekrar yere vurduktan sonra tutmasıdır. Fumbleler sürüş olmayıp top sürmenin başlangıcında veya sonunda yapılabilir. Ayrıca, sayı olarak da kısıtlanmamıştır.

    10. Topa blok:

    Şut veya pas amacı ile ve topla birlikte sıçrayan bir oyuncu, rakibinin bir veya iki eliyle topu bloke etmesi sonucunda topla beraber yere düşerse kural ihlali yapmış olur.

    11. Atış halindeki oyuncu:

    Sayı için, sepete doğru sürüş yapan (drive) oyunculara bu esnada yapılan faullerde atış hali şu şekilde değerlendirilmelidir: Bir oyuncunun topu sepete atmak için adım hareketini bitirdikten sonra kol hareketine başlaması sayı için atış halinde sayılması bakımından geçerlidir. Yani drive yapan bir oyuncu adımlarını tamamlayıp kol hareketine başladığı an atış haline gelmiş sayılır.

    12. Geri pas:

    Geri pas kuralına yeni bir istisna getirilmiştir. Orta dairede yapılan bir hava atışı esnasında ön sahada sıçrayan bir oyuncu havadayken topu kazanır ve arka sahaya düşerse ihlal olmaz.

    13. Serbest atışlar:

    Serbest atışlar esnasında oyuncuların serbest atış bölgesi etrafındaki kulvarlara dizilmesi şu şekilde olacaktır:

    - Dip çizgisine en yakın olan ilk boşluklar savunma oyuncularından ikisine,
    - Bundan sonrakiler hücum oyuncularından ikisine,
    - Üçüncüsü de yine savunma oyuncularından ikisine aittir.
    - Bu yerlerde bu oyunculardan başka kimse yer alamaz. Ayrıca, oyuncular kendilerine ayrılan yerleri kullanmazlarsa diğer takım oyuncuları kullanamazlar.

    Serbest atışın dışında kalan diğer bütün oyuncular serbest atış çizgileri ve yarım dairesinden en az 1 metre uzakta olmalıdırlar. Serbest atış atılırken dizilen oyuncuların ve atış yapan oyuncunun dikkat etmesi gereken hususlar şöyledir:

    - Atış yapan oyuncu top çembere vurmadan önce bulunduğu yeri terkedemez,
    - Serbest atış bölgesindeki kulvarlara dizilen oyuncular top atış yapan oyuncunun elini terk ettikten sonra tahditli bölge içine girebilirler,
    - Serbest atış bölgesinin dışında kalan ve dizilmeyen bütün oyuncular top çembere değdikten sonra bu bölgeye girebilirler.

    Serbest atışı atan oyuncu atış yaparken aldatıcı bir hareket (feyk) yaparsa bu kaide ihlalidir. Böyle bir durumda top atış yapan oyuncunun rakibine ve kenardan verilir.

    14. Hataların düzeltilmesi:

    Yeni kurallara göre bazı hatalar hakemler tarafından düzeltilebilir. Bunlar:

    - Geçerli bir serbest atış veya atışların muteber sayılmaması,
    - Geçersiz serbest atış veya atışların muteber sayılması,
    - Yanlış bir oyuncuya serbest atış veya atışların yaptırılması,
    - Yanlış sepete serbest atış yaptırılması,
    - Yanlışlıkla bir sayı verilmesi veya iptal edilmesidir.

    Bu gibi durumlarda top oyundayken öldükten sonra tekrar canlanıncaya kadar geçecek süre içinde hataların düzeltilmesi gerekmektedir.

    15. Kasdi fauller:

    Kasdi faullerin, bu yeni değişikliklerle, daha iyi tanımlanmasına çalışılmıştır. Kasdi faul, toplu veya topsuz bir oyuncuya, hakemin takdirine göre, bilerek ve isteyerek yapılmış şahsi bir fauldür. Yapılan hatanın şiddetle ilgisi yoktur.

    16. Elle dokunma:

    Yeni oyun kural değişikliklerinin en önemlilerinden biri, savunma oyuncularının uyguladığı elle kontrolün kaldırılmasıdır. Elle kontrol bir savunma oyuncusunun el veya ellerini kullanarak rakibinin ilerlemesini engellemesi veya başka bir savunma oyuncusuna yardımcı olmadır. Bu temas savunma oyuncularına haksız bir avantaj sağladığından yasaklanmıştır.

    17. Kavga:

    Basketbol oyununda oyunun gereksiz yere sertleşmesini önlemek ve aşırı derecede yapılan faullerin önüne geçmek için bazı yeni kararlar alınmıştır. Bir oyuncunun döğüşmesi, kavga etmesi diskalifiye edici bir hatadır. Keza yedek oyuncu olarak takım sırasında oturan ve kavga için sahaya giren bir oyuncu derhal sahadan uzaklaştırılmalı ve bu durumda antrenöre teknik faul verilmelidir.

    18. Faullerin uygulanması:

    Faullerin uygulanmasında büyük çapta değişiklikler yapılmış ve oyun fazı, seçme hakkı, müteaddit hata, aynı anda yapılan fauller gibi uygulamalar yürürlükten kaldırılmıştır.

    Eğer sahadan bir sayı yapılmışsa top oyuna dipten sokulacaktır. Birbirini götürmeyen bütün hataların cezaları meydana geldikleri sıraya göre uygulanacaktır. Cezaların aynı ağırlıkta olması durumunda hava atışı yapılacaktır. 1-1 hata ile iki atışlı hata aynı ağırlıktadır.

    Oyunun Kuralları

    İlk gün (12 Ocak 1882) spor salonunun kapısına asılan ve 1937 yılına kadar değişmeyen oyunun 13 kuralı şöyledir.

    1. Top herhangi bir yöne bir elle yada iki elle atılır.
    2. Top yere bir yada iki elle (yumrukla değil) vurulabilir.
    3. Oyuncu topla koşamaz, Topu yakaladığı noktadan atmak zorundadır. Koşarken topu yakalarsa buna izin verilir.

    13 Maddelik kurala göre bu oyun, yedi kişilik iki takım arasında oynanıyordu. Buna karşılık en az beş ve en fazla dokuzar kişilik takımlara da izin veriliyordu. Oyun sırasında yapılan sayılar 3 puan, faul atışından yapılanlarsa 2 puan sayılıyordu. Ve oyunun başlıca hedefini duvarlara asılı sepetler oluşturduğundan Dr. Naismith, ortaya koyduğu bu yeni sportif oyuna "sepet topun" anlamına gelen Basketbol adını vermişti.

    Basketbolun Yayılışı 1892 yılında Amerika'nın Springfield eyaletindeki YMCA spor salonunda doğan Basketbol sporu, kısa bir zamanda YMCA kurumu arasındaki sıkı işbirliğinin sonucu olarak bütün Amerika'ya yayılmış ve aradan iki yıl geçmeden Amerika'daki bütün YMCA okullarının en belli başlı sporu halini almıştır. Oyunun taşıdığı heyecan ve cazibe sayesinde basketbol kısa bir zaman içerisinde okullara, üniversitelere, hatta Amerika'daki semt jimnastik salonlarına kadar yayılmıştır. Böylelikle, henüz 202nci yüzyılın başında basketbol, Amerika'nın milli ve en popüler sporu olup çıkıvermişti. Gençlerde bu spora karşı büyük bir istek olmuştu. Bu istek kulüpleri de basketbol şubeleri açıp takımları kurmaya zorlamış, böylelikle bütün Amerika'ya yayılmıştı. Basketbol henüz bir yaşını doldurmadan Avrupa kıtasına da sıçramış ve 1893 yılında Paris'teki bir jimnastik salonunda deneme niteliğinde bir oyun oynanmıştı. Ne var ki Avrupa kıtasında bu ilk basketbol oyunu bir denemeden öteye gidememiş ve çok kısa bir süre içinde unutuluvermişti.

    1897 yılında Amerika, basketbolda ilk milli şampiyonayı düzenlemekle bu dalda önemli bir adım atmış ve bu hareket, ülkede basketbol sporunun daha fazla ve daha çabuk yayılmasında önemli bir rol oynamıştı. Amerikalılar milli bir spor dalı olarak benimsedikleri Basketbola 1904 yılında ülkelerinde tertipledikleri St.Louis Olimpiyat oyunlarında da gayri resmi olarak yer vermişler ve kulüp takımları arasında düzenledikleri maçlarla bu sporu, Olimpiyat oyunlarına katılan bütün dünya ülkelerine tanıtmışlardı.

    Bu olimpiyat oyunlarının üzerinden iki yıl geçtikten sonra, dünyanın en büyük ve en ünlü spor salonlarından biri olan ve 25 bin kişiyi rahatça alabilen New York'taki Madison Square Garden, kapılarını basketbol sporuna açmıştı. Bu da basketbolun artık Amerikanın en popüler spor dallarından biri olduğunun göstergesiydi.

    1913 yılında Uzakdoğu'dan bu spora karşı büyük bir ilgi gösterisi olmuş ve ilk kez düzenlene uluslar arası bir basketbol turnuvasında Filipin birinciliği, Çin'da ikinciliği almıştı. Avrupa' ya tam anlamıyla basketbol sporun sokan ve yayanlar Amerikalı askerler olmuştu. Birinci dünya savaşı nedeniyle Avrupa'ya gelen Amerikalı askerlerin boş vakitlerinde kendi aralarında oynadıkları basketbol maçları, olağanüstü bir ilgi görmüş e bu spor pek kısa bir zamnda sevilip yayılıvermişti.

    Bunun sonucu olarak 1919 yılında Paris'te, İngiltere, Fransa, İtalya ve Almanya'daki Amerikalı askerlerin katılmasıyla ilk kez uluslar arası askeri bir turnuva düzenlenmişti. Amerikalı askerlerin birinciliği, İtalya'nın ikinciliği kazandığı bu turnuvayı, üç yıl sonra yine Fransa'daki, Joinville şehrinde, kadınların arasında düzenlenen ilk uluslar arası basketbol turnuvası izlemişti. Böylece Amerikalı kadınların ilk basketbolu oynayışında tam 22 yıl sonra Avrupa'da da kadınlar arsında ilk ululararası turnuva oynanmış oluyordu. Günden güne yayılmakta olana basketbol, kısa bir zaman içinde Avrupa'da en popüler spor dallarında bir haline gelmiş ve buradan da Afrika ve Avustralya'ya gitmiştir. İlk FIBA başkanlığına İsviçreli olan Leon Bouffard getirilmiştir. İlk Avrupa şampiyonası 1935 yılında Cenevre'de düzenlenerek birinciliği Letonya, ikinciliği İspanya, üçüncülüğü Çekoslovakya almıştır.

    İlgili başlıklar


    Basketbol tarihi

    Basketbol'un günümüzdeki genel kuralları ve ölçüleri

    Basketbol çoğunlukla kapalı salonda oynanır. Dikdörtgen biçimindeki basketbol alanının tabanı sert tahtadan yapılır. Alanın boyutları değişiklik göstermekle birlikte, ideal boyutlar 28 m x 15 m'dir. Oyun alanı bir orta çizgiyle ikiye ayrılır. Bu çizginin tam ortasında, orta yuvarlak denen bir daire çizilidir. Basketbol alanının karşılıklı olarak kısa kenar çizgilerinde birer pota bulunur. Pota, kenar çizgisinden 1,2 metre içeridedir ve 1,8 m x 1,2 m boyutlarındadır ve çoğunlukla panyalarda cam beyazı plastik kullanılır. Pota üzerinde, yerden 3,05 metre yükseklikte bir sepet bulunur. Sepet,
    </p><p>Basketbol Sahası
    Basketbol Sahası
    45 cm çapında demir bir çember ile buna asılı, alt kısmı açık, beyaz bir fileden oluşur. Basketbol elle oynanır ve atılan top yukarıdan çembere girip fileden geçerek aşağıya düşünce sayı olur. Basketbol topunun çevresi yaklaşık 75-78 cm, ağırlığı 600-650 gramdır.

  • Basketbol müsabakaları iki hakem tarafından yönetilir. Misafir takım sahayı seçme hakkına sahiptir. Her devreden sonra saha değişimi yapılır.

  • Oyun, orta saha çizgisinde her takımdan birer oyuncu arasında yapılan hava atışı ile başlar. Hava atışına çıkan oyuncular, topu tek elleri ile takım arkadaşlarına kazandırma hedefini taşır.

  • Oyun, 10'ar dakikalık dört periyottan oluşur. Beraberlik durumunda uzatma periyodu oynanır. Her takım ilk üç periyotta ve uzatma periyodunda 2'şer dakikalık bir, dördüncü periyotta iki mola hakkına sahiptir. İkinci ile üçüncü periyot arasında 15 dakikalık devre arası verilir.

  • Hücum eden takım, kendi sahasını 8 saniye içinde terk etmek, 24 saniye içinde de hücumunu tamamlamak zorundadır, aksi halde top kullanma hakkı rakip takıma geçer.

  • Oyuncu topla birlikte, top sürme (dribbling), pas atma (passing), şut atma (shooting) aktivitelerini yapma şansına sahiptir. Bir oyuncu top sürerken, topu eline alarak durdurursa, tekrar top sürme şansına sahip değildir; topu istediği yöne ve kişiye pas ya da şut atmak zorundadır.

  • Her takım 5 kişiden oluşur ve takımların sınırsız oyuncu değişikliği hakkı vardır. Eğer faul hakkını doldurmamışsa, her çıkan oyuncu tekrar oyuna dahil olabilir. Bir takımdaki beş oyuncudan biri ortada (post), ikisi savunma (guard) ve ikiside hücum (forward) oyuncusudur.

  • Oyunu bir baş hakem ve yardımcı hakem olarak iki hakem yönetir.

  • Her oyuncu beş faulle oyun dışında kalır, tekrar o maç için oyuna dahil olamaz. Her oyuncunun bireysel olarak yaptığı faul sayısının toplamı, takım faullerini de belirler. Toplamda dört takım faulüne ulaşan takımın daha sonra yaptığı her faul, karşı takıma serbest atış kullanma hakkı kazandırır.

  • Hakem tarafından durdurulmadıkça, top potadan veya çemberden dönerse oyun devam eder. Ayrıca, oyuncu sahayı belirleyen çizgilerin dışına temas etmedikçe, top oyun çizgilerinin dışına değmeden havadan saha çizgisinin dışına çıksa dahi, oyuncu topu içeri çevirebilirse de oyun devam eder.

  • Her sayı atışından sonra veya hakemin düdüğü çalmasının ardından, oyun ve oyun zamanı durur. Sayı yiyen takımın pota gerisindeki çizgi arkasından topu oyuna sokması ile hem zaman hem de oyun tekrar başlar. Oyun içindeki diğer durumlara göre, hakemin gösterdiği yerlerden, top oyuna sokulur.

  • Üç sayı çizgisi içinden yapılan her başarılı atış iki sayı, üç sayı çizgisi gerisinden yapılan her başarılı atış üç sayı olarak değerlendirilir. Faullerden veya kural ihlallerinden dolayı kazanılan başarılı serbest atışlar bir sayı olarak değerlendirilir.

  • Oyuncular iki durumda cezalandırılır: 1- Bireysel kural ihlalleri 2- Faul yapılan durumlar. Kural ihlali veya hatası (hatalı yürüme, topun çizgi dışına çıkması, hücum oyuncusunun üç saniyeden fazla post içinde durması v.b) top kullanma hakkını karşı takıma verir. Yapılan bireysel fauller ( itme, çekme, vurma, tutma v.b) ise oyuncunun faul cezası almasını sağladığı gibi faulün yapıldığı yer göz önünde bulundurularak, rakip topu yandan oyuna sokar, ya da serbest atış yapma hakkı kazanır.

  • Serbest atış hakkı adedi, faulun yapıldığı zaman, yer ve çeşidine göre değişir. Şut atışı sırasında faul yapılmış ve atış sayı olmamışsa, atışı yapan takıma iki serbest atış hakkı verilir. Eğer atış sayı olmuşsa, bir serbest atış hakkı verilir. Bir takım, bir devredeki "takım faul" sınırını geçmiş ve atış sahası dışında faul yapmışsa, o zaman bire-bir denen serbest atış hakkını kullanır. Bu atışta kural, ilk atış sayı olursa, ikinci atış yapma hakkı kazanmaktır. Bire-bir'de ilk atışı kaçıran ikinci atışı yapamaz, top potadan oyun alanına dönerse, oyun devam eder. Teknik faullerde (oyunu geciktirme, sportmenlik dışı davranışlar, hakeme itiraz, izinsiz oyuna girme v.b) iki serbest atış hakkı verilir.Basketbol şu anda dünyada en iyi oyun olarak gösteriliyor.En iyi ligler ise NBA ve NCAA (kolejler arası profesyonel basketbol) olarak bilinir.

    Basketbol Resimleri


    • Bir basketbol topu

    • Çocukların bedensel ve ruhsal gelişimi açısından da önemli olan basketbol, takım oyunu olması nedeniyle bireysel ve toplumsal gelişime de etkilidir.

    • 1891 yılındaki Springfield Koleji'ndeki ilk basketbol sahası. Duvara monte edilen pota bir şeftali sepetidir

    • Mehmet Okur serbest atış kullanırken

    • James Dallas Mavericks karşısında serbest atış atarken.
  • Osmanlı Devleti'nde Müzik

    Çoksesli Müzikle ilk Tanışma
    Osmanlı Sarayı'nın çoksesli Batı müziği ile tanışması dışarıdan gelen konuk orkestra ve opera dinletileriyle başlar. Bunlar, müzikli oyunlar, orkestra konserleri, opera temsilleri, bale ve koro topluluklarıdır.Örneğin 1543'te imzalanan Osmanlı-Fransız antlaşmasından sonra I. François Kanuni'ye bir orkestra göndermiş, bu orkestra sarayda üç konser vermiştir. III. Selim ilk kez 1797'de Topkapı Sarayı'na Batı'dan gelen bir opera topluluğunu konuk etmiş, temsiller saray çevresinde ilgi uyandırmıştır. Batı müziği eğitimi için ilk adımları II. Mahmut atar. Yeniçeri ocağını 1826'da dağıtıp, yerine Asakir-i Mansureyi Muhammediye adlı orduyu kurar. Yeni orduya artık mehterhane'nin müziği değil, yeni bir müzik gerekmektedir. Böylece, Muzika-i Hümayun adı verilen boru takımı kurulur. Başına ünlü İtalyan opera bestecisi Gaetano Donizetti'nin kardeşi Giuseppe Donizetti (1788-1856) getirilir. Muzika-i Hümayun bir saray bandosu olarak görev yaparken, Donizetti paşa bunlara1846'da bir yaylı sazlar bölümü ekleyerek bu nüveden bir de orkestra oluşturur. Bu arada müzisyenlerini Hamparsum notası ile eğitir; yeni besteler yaparak bandonun dağarcığını geliştirir. İtalya'dan yeni çalgılar ısmarlar ve giderek her çalgı için yabancı öğretmenler getirtir. Bando, yalnız padişahın törenlerine katılmakla kalmaz, kent sokaklarında verdiği konserlerle, halk tarafından da benimsenir. Böylece Donizetti'nin bandosu, halka da çoksesli müzikle tanışma fırsatı vermiştir.
    Tanzimat'la birlikte, 1839'da İstanbul'da açılan Fransız Tiyatrosu'nda sarayın dışında da müzikli oyunlar ve operetler oynanmaya başlanır. Batu'dan gelen sanatçıların bu temsilleri çoksesli müzik dünyasını zenginleştirir. Ardından 1840'lı yıllarda Naum Tiyatrosu'na gelen İtalyan operalarını sahneler. Aradaki iki yangın olayı dışında Naum Tiyatrosu yirmi sekiz yıllık bir süre içinde İtalyanların ünlü operalarını İstanbul'a getirmiş ve ilgi toplamıştır. Ayrıca Abdülmecid de Batı müziğine duyduğu ilgi sonucu Dolmabahçe Sarayında bir küçük tiyatro yaptırmış ve 1859'da yabancı sanatçıların oynadığı bir opera ile açılışını gerçekleştirmiştir. Bu dönemde sarayda Batı'nın kimi ünlü besteci-solistleri de konserler vermiştir. Örneğin 1847'de Franz Liszt'in piyano ve 1848'de Henrı Vieuxtemps'ın keman resitalleri gibi.
    1868'de Güllü Agop'un Gedikpaşa Tiyatrosu'nda ilk Türk operetleri, daha sonra ilk Türk operaları sahnelenmeye başlar. Örneğin Dikran Çuhaciyan'ın Arif'in Hilesi, Kemani Haydar Bey'in Pembe Kız, Çengi gibi operetleri. Bu tiyatro, Naum Tıyatrosu'ndakı İtalyan operaları gibi Batı'dan gelen kumpanyalarla Fransız operaları sunmuştur. Aynı zamanda kanto geleneğinin de Gedikpaşa Tiyatrosu'nda başladığı bilinir.
    1910-1923 arasında etkinlik gösteren Milli Osmanlı Operet Kumpanyası, Çuhaciyan'ın opera ve operetlerini sergilemiştir. Bu sıralarda büyük ilgi derleyen Çuhaciyan'ın Leblebici Horhor operası, ilk Türk operası olarak tarihe geçer. İstanbul'da 1920'li yıllara dek pek çok operet sahnelenmiş, operet ve müzikli oyunlar için pek çok tiyatro açılmıştır. Hemen hepsinin amacı Türk ezgilerini Batı müziği tarzında armonize ederk renkli bir bileşime varmaktır. Bu arada saray dışında da bazı özel konaklarda ve derneklerde klasik müzik konserleri verilmekte, zamanın ünlü virtüözleri ve bestecileri İstanbul'a gelmektedir. Guatelli Paşa saray opera orkestrasını da yönetmiştir.
    Donizetti Paşa|Giuseppe Donizetti'nın ölümünden sonra bando ve orkestranın başına Guatelli Paşa getirilir. Ardından gelen D'Aranda Paşa ise Muzika-i Humayun'un bandosunu Fransız tipi bir bando haline dönüştürür.Aynı zamanda nota kütüphanesini düzenler. II. Abdülhamid döneminde bandonun komutanlığına Necip Paşa gelir. 1890'da Zati Arca'in kurdugu 65 kişilik koro, ilk çoksesli koro olarak tarihe geçer. II. Abdülhamid, sarayda İtalyanlardan oluşan daimi bir opera ve operet kadrosu kurdurmuş, ayrıca Yıldız Saray Tiyatrosu'na İstanbul'daki opera toplulukları kadar yurt dışından da sanatçılar gelmiştir.
    Muzika-i Humayun'dan yetişenler 1880'li yıllarda değişik askeri kurumlarda, kara ve deniz bandoları kurarak çoksesli marşları yaygınlaştırırlar. Bütün bu kurumlardan yetişen öğretmenler sanayi mekteplerinde ve çeşitli sultanilerde (lise) öğretmenlik yapmaya başlarlar. 1908'de Meşrutiyet'in ilanı ile Saffet Bey ilk Türk şef olarak bu topluluğun başına geçer. Muzika-i Hümayun, o sıralarda orkestra, bando ve fasıl heyetinden oluşmaktadır.Saffet Bey, saray orkestrasına ilk kez büyük senfonik yapıtlar çaldırtır, sarayın bando ve orkestrası halk konserleri vermeye başlar. Daha sonra Zati Bey, ardından da Zeki Üngör, bu topluluğun başına geçerler. Zeki Bey, 1917'de bu orkestra ile Avrupa turnesi yapar.

    anayasa

    A lm. Grundgesetz (n), Konstitution (f), Fr. Constitution, İng. Constitution. Devletin esas kuruluşunu, devletin kişilerle ve kişilerin birbirleriyle olan münasebetlerindeki temel hak ve hürriyetlerini belirten, tanınan bu hak ve hürriyetlerinin kısıtlanmasını engelleyecek yasama ve yargı sistemini kuran temel kanun. Anayasaya aykırı kanun çıkarılamaz ve hiç bir kimse ve organ, kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz.

    Anayasada umumiyetle devletin temel siyasi ve idari organizasyonu ile vatandaşların temel hak ve hürriyetleri, devlete karşı vazife ve mükellefiyetleri tesbit edilir. Birçok ülkede anayasa bu maksatla teşkil edilmiş kurum (Kurucu Meclis) tarafından hazırlanmıştır. Anayasanın bazı maddelerinin değiştirilemeyeceği anayasa hükmü olarak yer almıştır.

    Anayasının çeşitli hükümleri arasında çok geçen ve varlığı özellikle belirtilen kuruluşlara “Anayasal Kuruluşlar”; Anayasanın bütün hükümlerinin normal biçimde işlemesine “Anayasal düzen”; çıkan kanunların ve yöneticilerin icraatlarının anayasaya uygun olmasına “Anayasa’nın üstünlüğü”; anayasanın vatandaşlara tanıdığı temel haklara ise “Anayasal haklar” denir.

    Avrupa’da ilk yazılı Anayasa 1628 yılında İngiltere’de hazırlanmıştır. Türkiye’de ise ilk yazılı Anayasa rejiminin temeli; 1808 Sened-i İttifak, 1839 Gülhane Hatt-ı Humayunu ve 1856 Islahat Fermanı ile atılmıştır. İlk yazılı Anayasa 1293 Kanun-i Esasisi adı altında Midhat Paşa ve aynı düşüncede olanların gayret ve çalışmaları ile 23 Aralık 1876’da Sultan İkinci Abdülhamid Han tarafından ilan edilmiştir. Yeni Anayasa, padişah tarafından tayin edilen Ayan üyeleri ile seçimle gelen meb’uslardan kurulu iki meclisli bir parlamento meydana getirmiştir. Meclis-i Ayan ve Meclis-i Meb’usandan oluşan meclise, “Meclis-i Umumi” adı verilmiştir.

    O zamanki parlamentoda Meb’usların % 40’ı Türk’tü. Türk olmayanların çoğu ise Osmanlı Devletini parçalamak için açıktan faaliyet gösteriyorlardı. Meb’uslar arasındaki derin anlaşmazlık ve Osmanlı Devletini bölme ve yıkma faaliyetlerinin tehlikeli bir noktaya gelmesi üzerine, 1877 Şubat başında Padişah, Anayasa’da yer alan bir maddeye dayanarak meclisi tatil etti. Böylece Anayasa’yı yürürlükten kaldırmış oldu.

    Hareket Ordusunun İstanbul’a gelmesi ve İttihat Terakkici’lerin iktidarı ele geçirmeleri üzerine 23 Temmuz 1908’de Anayasa yeniden yürürlüğe kondu. 1908’de faaliyete geçen meclis, Osmanlı Devletinin bölünmesini ve yıkılışını önleyemedi. Hatta daha da hızlandırdı.

    Sultan İkinci Abdülhamid Han, yaklaşan Birinci Dünya Harbinde tarafsız kalarak, harbin sonunda güçsüz kalan taraflardan kaybedilen Osmanlı topraklarının bir kısmını yeniden ele geçirmeyi devletin temel politikası yapmıştı.

    1908’de zorla iktidar olan İttihat ve Terakki ise, Almanya’nın galip geleceğine inanarak emr-i vakiler ile savaşa sokarak Osmanlı Devletinin yıkılmasına sebep oldu.

    İngiliz ve Fransız kuvvetlerinin İstanbul’u 16 Mart 1920’de işgali üzerine, ikinci Osmanlı Meclisi 18 Mart 1920’de tatil kararı aldı. 11 Nisan 1920 günü Sultan Vahideddin Han meclisi fesh etti. 23 Nisan 1920’de Ankara’da çalışmalarına başlayan Türkiye Büyük Millet Meclisi, bir Anayasa’nın hazırlanması çalışmalarına hemen başladı. Temsili rejimin bir uygulama şekli olan “Meclis Hükümeti” sistemini getiren 24 maddelik bir Anayasa kabul edildi. Bu Anayasa, 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’dur.

    İstiklal Harbi’nin kazanılmasından sonra, devletin kuruluşunu ilgilendiren temel değişikliklerin olmasından dolayı yeni bir Anayasa hazırlandı. 24 Mayıs 1924’te Resmi Gazete’de neşredilerek yürürlüğe giren bu Anayasa 105 maddeden ibaret olup, tek meclisli parlamento getirdi. Silahlı Kuvvetlerin 27 Mayıs 1960 günü yönetimi ele almasına kadar bu Anayasa yürürlükte kaldı. Bu zaman zarfında esasa ve şekle ait bazı değişiklikler yapıldı.

    27 Mayıs 1960’ta işbaşına geçen Milli Birlik Komitesi TBMM’ni feshetti. 6 Aralık 1960 günü seçilen “Kurucu Meclis”, 27 Mayıs 1961’de yeni Anayasa’yı kabul ederek, 9 Temmuz 1961’de halk oyuna sundu. 6 milyon 348 bin 191 evet oyu (% 61.50) ile kabul edildi. Hayır diyenler ise 3 milyon 934 bin 370 idi (% 38.50). Yeni Anayasa, 3 Temmuz 1961 günü 344 sayılı kanun olarak Resmi Gazete’de neşredilip yürürlüğe girdi. Bir başlangıç, 157 madde ve 11 geçici maddesi bulunan ve iki meclisli bir parlamento getiren Anayasa’daki ilk değişiklik 8 sene sonra 6 Kasım 1969’da yapıldı. 1961 Anayasasında en önemli geniş değişiklikler 12 Mart 1971 muhtırasından sonra oldu. 10 yıllık uygulamanın ışığı altında 11, 15, 19, 22, 26, 29, 30, 32, 38, 46, 60, 64, 89, 111, 114, 119, 120, 121, 124, 127, 134, 137, 138, 139, 140, 141, 142, 143, 144, 145, 147, 149, 151 ve 152. maddeleri olmak üzere 35 maddesi değiştirildi. 12 Eylül 1980’de Türk Silahlı Kuvvetlerinin idareye el koymasından sonra, bazı istisnai maddelerle yeni Anayasa’nın 7 Kasım 1982 tarihinde kabulüne kadar yürürlükte kalmıştır.

    1982 Anayasası “Danışma Meclisi” ve “Milli Güvenlik Konseyi”nce hazırlandı. 7 Kasım 1982 günü halk oyuna sunuldu. 1.626.431 “red” oyuna karşılık (% 8.63), 17.215.559 “Evet” oyu ile (% 91.37) kabul edilmiştir. Başlangıç, 177 madde ve 16 geçici maddeden ibarettir. Anayasa’nın genel esasları, 1. kısımda, 1-11 maddelerinde belirtilmiştir. Üçüncü kısım, Cumhuriyetin temel organlarını ve çalışma esaslarını tesbit etmektedir. Dördüncü kısım, mali ve ekonomik hükümlerdir. Beşinci kısım, çeşitli hükümler, altıncı kısım geçici maddelerdir; yedinci kısım ise son hükümlerdir.

    Anayasa’nın 146-153. maddelerinde belirtilen “Anayasa Mahkemesi”; çıkarılacak kanun, kanun hükmünde kararname ve TBMM iç tüzüğünü Anayasa’ya şekil ve esas bakımından uygunluğunu denetler.

    1982 Anayasası’nda Cumhuriyet Senatosu kaldırılmıştır. 143. madde ile de Devlet Güvenlik Mahkemeleri kurulmuştur.

    türkiye cumhuriyeti cumhurbaşkanları



    İsim Göreve gelme Görevi bırakma
    Mustafa Kemal Atatürk 29 Ekim 1923 10 Kasım 1938
    Abdülhalik Renda 10 Kasım 1938 11 Kasım 1938
    İsmet İnönü 11 Kasım 1938 22 Mayıs 1950
    Celâl Bayar 22 Mayıs 1950 27 Mayıs 1960
    Cemal Gürsel 27 Mayıs 1960 28 Mart 1966

    Cevdet Sunay
    28 Mart 1966 28 Mart 1973
    Tekin Arıburun 28 Mart 1973 6 Nisan 1973
    Fahri Korutürk 6 Nisan 1973 6 Nisan 1980
    İhsan Sabri 6 Nisan 1980 12 Eylül 1980
    Kenan Evren 12 Eylül 1980 9 Kasım 1989

    Turgut Özal
    31 Ekim 1989 17 Nisan 1993

    Süleyman Demirel
    16 Mayıs 1993 16 Mayıs 2000



    Ahmet Necdet Sezer
    16 Mayıs 2000 28 Ağustos 2007

    Abdullah Gül
    28 Ağustos 2007 Devam ediyor

    mona lisa

    İtalyanc,
    İspanyolca: La Gioconda; Fransızca: La Joconde), ünlü söylenişiyle Mona Lisa,

    İtalyan

    Rönesans sanatçısı Leonardo da Vinci'nin eseridir.

    Tablodaki kadın, yüzündeki "gizemli gülümseme" ile sanat tarihinin bir parçası haline gelmiştir.


    Leonardo, Mona Lisa tablosu için çalışmalarına

    1503 yılında başladı ve eseri tamamlaması üç - dört yıl sürdü. Eser şu anda Fransa'daki

    Paris-Louvre Müzesi'nde sergilenmektedir.

    Modelin Kimliği

    Mona Lisa tablosunda betimlenmiş olan kişinin kimliği kesinlikle belirlenememiş olmasına karşın; sanat tarihçileri, modelin kimliği ile ilgili pek çok fikir yürütmüş ve iddialarda bulunmuşlardır. Leonardo hakkındaki ilk



    biyografiyi yazan

    Vasari, dönemin önemli kişilerinden biri olan Francesco del Giocondo'nun eşi Mona Lisa'nın tabloda resmedilen kişi olduğunu düşünmüştür. Bu kişinin kimliği ile ilgili sayısız iddiadan sadece biridir.

    Bell Laboratuvarlarından, Dr. Lillian Schwartz Mona Lisa'nın, Leonardo'nun kendi-portresi olduğu fikrini ortaya atmıştır. Bunu savı ortaya atarken dayandığı kanıtlar, sayısal analizler yardımı ile elde edilen, Leonardo da Vinci'nin ve tablodaki modelin yüz özelliklerinin aynı olduğununa dair sonuçlardır.

    Haber

    Mona Lisa'nın gülümsemesinin sırrını üç boyutlu lazer çözdü

    Leonardo da Vinci'nin ünlü eseri Mona Lisa'nın esrarengiz gülümsemesinin, yeni doğum yapmış bir annenin gülümseyişi olduğu bildirildi.

    Kanada ulusal araştırma konseyi uzmanları, Louvre müzesi yönetiminin isteğiyle tabloyu üç boyutlu renkli lazer taramasından geçirerek rapor hazırladı. Araştırma sonunda, Mona Lisa'nın o zamanlar genellikle hamile ya da yeni doğum yapmış kadınların kullandığı çok ince ve saydam bir tülle boynundan aşağısını örttüğü anlaşıldı.

    Uzmanlara göre, tablo Mona Lisa'nın ikinci oğlunun doğumuna ithafen yapıldı.Kızılötesi yansıma tekniğini de kullanan araştırmacılar, ayrıca nam-ı diğer Jokond'un saçlarının serbest bırakılmamış olduğunu ve başın arkasında topuz yapılarak toplanmış olduğunu fark etti.

    Şimdiye kadar Jokond'un saçlarının serbest olduğu düşünülüyordu. Saç topuzu, tarihçileri şaşırttı, zira Rönesans'ın bu tür saç bağlama tarzı kötü kızlara mahsustu, oysa Mona Lisa iyi bir aileden geliyordu ve bir ipek tüccarının karısıydı...

    Da Vinci'nin tablosunda ayrıca hiçbir fırça izi de belirlenemedi. Tabloda çok ince ve yekpare boya tabakası bulunduğu anlaşıldı. Eserde hiçbir parmak izi de tespit edilmedi, oysa bazı uzmanlar, sanatçının tabloyu parmaklarını kullanarak yaptığına inanıyordu.

    Uzmanlar, tabloda da Vinci Şifresi romanındaki gibi bir esrar bulunmadığını da belirterek, eserin sadece Da Vinci'nin maharetini gözler önüne serdiğini vurguladı.

    bilim tarihi

    B ilim, nesnel dünyaya ve bu dünyada yer alan olgulara ilişkin tarafsız gözlem ve sistematik deneye dayalı zihinsel etkinliklerin ortak adı. Bütün bilimlerin amacı genel doğruların ya da temel yasaların bilgisine ulaşmaktır.

    Bilim, insanlık tarihi boyunca kuruluşu, içeriği ve işlevleri bakımından öylesine değişimler geçirmiş, toplumdaki öteki kurumlarla ilişkisinde öylesine başkalaşımlar göstermiştir ki, geçmişten günümüze değin bütün çeşitliliklerinin ötesinde, bilimin ortak ve süreklilik gösteren niteliği ancak doğa süreçlerinin bilgisi olarak yalınlaştınlabilir. İnsan davranışının toplumsal ve kültürel yanlarını inceleyen bilim dalları ise toplum bilimleri olarak adlandırılır. Ayrıca bak.
    bilim felsefesi;

    bilimsel kuram.



    Doğa felsefesi olarak bilim

    Ussal nedenlerle açıklanan ve belirli bir kuşkucu dikkatle incelenen doğal düzenliliklerin bilgisi olarak bilimin ortaya çıkışı yazının gara resimlerinden, gerek boynuz ve kemik-lerdeki düzgün çizgilerden tarihöncesi insanının yılın mevsimlerini dikkatle izlemiş olduğu bilinmektedir. Arkeoloji,

    antropoloji ve

    prehistorya gibi bilim dallarının günümüzde paylaştıkları ortak yargıya göre, tarihöncesi ilk uygarlıklar

    Nil,

    Dicle ve

    Fırat,

    İndus, Huang (San Irmak) ve Yangtze gibi büyük ırmaklann kıyılarında filizlenmiştir. Bununla birlikte her kentleşme birikimi, oluşturduğu uygarlığın çevreye yayılmasına da yol açmıştır.


    Piramitlerde ya da

    İngiltere'deki ünlü Stonehenge taş anıtında, dinler ile astronominin birleşimi sayılabilecek, bilimin en eski tarihsel bulguları görülmektedir. Gökcisimlerinin düzenli hareketleri, kuyrukluyıldızların geçişi ve nova patlamalan gibi olağanüstü olaylar, ilk insanlar için dayanılmaz düşünsel bilmecelerdi. Bu yüzden, düzenliliği araştıran insan aklı için gökleri kavramak istemesinden daha uygun kesin bilgi örneği bulunamazdı.

    Bilim Tarihi Nedir?

    Bilim tarihi kısaca bilimin doğuş ve gelişme öyküsüdür. Amacı nesnel bilginin ortaya çıkma, yayılma ve kullanılma koşullarını incelemektir.

    Bilim çoğu kez sanıldığı gibi ilk defa ne Rönesans’tan sonra, ne de Bati dünyasında ortaya çıkmıştır. Bilim; insanlığın kafa ürünüdür. Kökleri ilkel toplumların yaşamına kadar uzanır.

    Bilimin İlk Zamanları

    Bilim ilk defa on bin yıl önce orda doğuda parladı. Bilim, her ne kadar özellikle günlük insanların günlük yaşamına faydalı bilgileri toplamaya başlamış olsa da, doğuşundaki tek sebep bu değildi. Bitkilerin özellikleri kaydedildi. Bu bitkilerin arasında ilaç veya gıda olarak kullanılmayan fakat yalnızca merak duyulduğu için tanımlanan bitkilerde bulunmaktaydı. Hayvanlar yakalandı ve sınıflandırıldı. İhtiyaçlar da zamanla ek bilgiler getirdi. Ağır yüklerin nasıl kaldırılacağı bulundu; makaralar, palangalar ve tekerler icat edildi, tarım teknikleri geliştirildi, çanak çömlek yapıldı, bazı maddeler eritildi.

    Çin'de Bilim


    Çin Uygarlığında bilimsel faaliyetin başlangıcı M.Ö. 2500'lere kadar götürülebilir. Çin, ilk insan kalıntılarının bulunduğu yerlerden biridir. Çin uygarlığı, genellikle, kapalı bir uygarlık olarak nitelendirilmiştir. Ancak Türklerle ve Hintlilerle yakın ilişki içinde oldukları bilinmektedir. Bu etkileşim sonucunda Türklerin kullandıkları On iki Hayvanlı Türk Takvimi'ni benimsemişlerdir. Hint uygarlığından ise, özellikle matematik konusunda etkilendikleri bilinmektedir. On ikinci yüzyıldan itibaren yapılan seyahatler sonucunda, matbaa ve barut gibi teknik buluşlar, Avrupa'ya Çin'den götürülmüştür.

    Çin'de kullanılan sayı sistemi on tabanlıdır. Ayrıca, işlem yapmalarını kolaylaştıran, abaküs ve çarpım cetveli gibi bazı basit aletler de kullanmışlardır. Diğer uygarlıklardan farklı olarak Çin'de daha çok aritmetik ve cebir bilimleri gelişme göstermiş ve hatta geometri problemleri bile bu iki disiplinden yararlanılarak çözülmeye çalışılmıştır.

    Hindistan'da Bilim

    Hindistan'daki bilimsel etkinliklerin başlangıcını M.Ö. 5000'lere kadar geriye götürmek mümkündür; ancak bilim gibi düzenli bir bilgi topluluğunun oluşumu için yaklaşık M.Ö. 2500'leri beklemek gerekmiştir. Erken dönemlere ilişkin bilgileri Vedir metinlerden ve nispeten daha geç tarihli olan Siddhantalardan edinmek olanaklıdır.
    Hindistan'da kullanılan sayı sistemi, on tabanlı (yani desimal) olup, erken tarihlerden itibaren konumsal rakamlandırma yönteminin benimsendiği görülmektedir. Sıfırı ilk defa Hintli matematikçiler kullanmıştır. Sayı sistemindeki bu erken tarihli gelişme, aritmetiğin gelişim hızını büyük ölçüde etkilemiştir.
    Daha sonra Pythagorasçilara mal edilecek olan Pythagoras Teoremi'nin çözümü ile ilgili erken çözüm örneklerine Hintlilerin geometrik metinlerinde rastlamak mümkündür.
    Cebir alanında birinci ve ikinci derece denklem çözümleriyle ilgilenmişler ve trigonometri alanında ise, sinüs ve kosinüs fonksiyonlarını kullanmışlardır.
    Daha sonra Hintlilerin

    aritmetik,









    cebir ve



    trigonometri konusundaki bilgileri Sanskrit dilinden

    Arapça'ya yapılan çeviriler yoluyla İslâm Dünyası'na aktarılacak ve buradaki bilimsel uyanışta önemli bir rol oynayacaktır; on ikinci yüzyıldan itibaren Arapça'dan

    Latince'ye yapılan çeviriler sonucunda ise, Hıristiyan Dünyası bu bilgilerle tanışacaktır.

    Orta Aysada Bilim

    Orta Asya bilim tarihi M.Ö. 8000'lere ve hattâ çok daha eskilere kadar götürülmektedir.
    Arkeologlar tarafından bugün de sürdürülmekte olan kazılarda, tas devrinden kalma çanak ve çömleklere, çakmak tasından ve tastan yapılmış topuz veya kargı biçimindeki silahlara, buğday ve arpa yetiştirildiğine ilişkin izlere rastlanmıştır.
    Daha sonra, demir kullanılıncaya kadar geçen süre içinde hayvanlar evcilleştirilmiş, bakir ve kursundan çeşitli eşyalar yapılmıştır. İlk defa alaşım olarak bronzu kullanan Türklerdir.

    Demir devrinden sonra, iklim koşullarının bozulması nedeniyle, Türklerin güneye doğru göç ettikleri görülmektedir. Orta Asya'da ati evcilleştirmişler ve M.Ö. 2800 yılı sıralarında arabayı icat etmişlerdir.

    Türkler, evrenin bir kubbe biçiminde olduğunu düşünüyorlardı. Bu kubbe, altın veya demirden bir kazık, yani Kutup Yıldızı çevresinde, muntazam bir hızla dönüyordu. Burçları taşıdığı düşünülen ekliktik çarkı ise buna dik olarak yerleştirilmişti. Gökteki bu düzen, Yeryüzü'ne de yansımıştı.

    Kutup Yıldızı’nın tam altında, Yeryüzü'nün yöneticisi olan hakanın oturduğu kent bulunuyor ve Ordug adi verilen bu kentin plânı da göksel düzeni yansıtıyordu. Merkezde kesişen iki ana yol vardır. Nasıl gök, kutup yıldızının çevresinde dönüyorsa, toplumdaki isler de hükümdarın çevresinde döner.

    Misir'da Bilim

    Nil nehri civarında gelişen Mısır uygarlığı M.Ö. 2700 yıllarından itibaren matematik, astronomi ve tip konularındaki etkinliklerle parlamıştır. Mısırlılar matematiklerinde, kullandıkları on tabanlı

    hiyeroglif rakamlarıyla, sayıları sembollerle ifade etme safhasına ulaşmışlardır. Bu rakamlarla çeşitli matematik işlemlerini yapabilmişler ve cebir işlemlerine çok benzeyen ve diğer uygarlıklarda da görülen "aha hesabi" adli bir hesaplama yöntemi geliştirmişlerdir. Bu hesaplamada "yanlış yoluyla çözüm" tekniği kullanılmıştır. Geometrilerinde ise alan ve hacim hesapları yapıyorlardı. Mimari alanında Mısırlılardan kalan eserler arasında en önemli yeri piramitler tutar; onlar birer mimari harikasıdır. Mısırlılar gökyüzü olaylarını dinî açıdan yorumlamışlardı. Gök cisimlerini tanrı olarak kabul etmişler ve gök yüzündeki olayların da tanrıların faaliyetleri olduğuna inanmışlardı; yani astronomileri dinî öğelerle iç içe idi. Takvimleri

    Güneş takvimi idi ve yıl uzunluğu 365 gün olarak kabul ediliyordu. Günümüzde kullanılan takvimin temelinde Mısır takvimi yer alır. Günün 24 saate bölünme geleneğini de Mısırlılara borçluyuz.

    İlk uygarlıklarda, insanların gözledikleri doğa olayları ile kozmolojik evren anlayışları arasında bir bağ kurmaya yönelik sistemler geliştirme yolunda dikkate değer bir yaratıcılık görülmektedir. Bu sistemler çoğu zaman pratik ihtiyacın çok ötesinde matematiksel yapıları içermiştir. Bilimleri bir çok eski toplumun biliminden çok daha gerçekçi olan mısırlılarda bile, piramitlerin muhteşem boyutları, matematiğin insan ile evren arasındaki ilişkinin anahtarı olduğu izlenimini vermektedir.

    Ancak, eski astronom ve

    matematikçilerin çalışmalarının büyük bir kısmı yanlış yönlendirilmiştir. Göklerin hareketini gözleme ve hesaplama yolundaki çalışmaları çok defa şaşırtıcı olmakla birlikte, bu çalışmaların çoğu bilimin daha sonraki gelişmesi için az önem taşımaktadır. Onları çıkmaza sürükleyen gök cisimlerinin doğasını ve gökyüzündeki hareketlerine sebep olan mekanizmanın doğasını daha dikkatli şekilde incelemeleri olmuştur. Bununla birlikte çalışmalarındaki incelik, beceri ve yaratıcılık, gerek animistik dinden kaynaklanan gerekse nesnelerin doğasından çok olgular arasındaki ilişkilere daha fazla önem veren bir çeşit büyüye olan inançtan alınan ilhamın güzel bir eseridir..

    Orta Çağda Bilim


    Orta çağın sonlarında yapılan bilimsel çalışmalar özellikle fizik biliminde yoğunlaşmıştı. Çünkü bu alan düşüncelerin açık olarak ifade edilebildiği ve spekülasyonun serbestçe yapılabildiği bir alandı. Diğer sahalarda bütün bunlar daha zor hatta imkansız olabilmekteydi. Bu çalışmalar daha sonraki yüzyıllarda Rönesans olarak bilinen çağda ve sık sık Bilim Devrimi olarak adlandırılan dönemde de devam etti. Büyük ölçüde orta çağın sonlarında çalışan bilim adamlarının sorgulayıcı tavırları üzerine kurulmuş olan modern bilimin doğuşu da en açık olarak fizik bilimlerinde görülecekti.

    Rönesans’tan Bilim Devrimine

    Bilimin tarih boyunca fiziksel evren hakkındaki görüşlerde devrim yapan çok sayıda teori ortaya çıktığı gibi evrenin işleyişini anlamak için benimsenen paradigmalarda bir çok değişiklik meydana gelmiştir. Bu bilim devrimlerinin hepsi aynı şiddette olmamıştır. Önce Babillilerde sonra Yunanlılarda görülen ve gezegen hareketlerini tanımlamak için matematiğe dayalı paradigmaları ortaya koyan büyük devrimlere benzeyen bazı devrimler evrene bakışımıza yeni bir anlayış getirmede ileri doğru önemli adımlar oluşturmuştur. Yeryüzünde yaşayan sayısız yaratığı sınıflandırma yöntemi olarak Aristoteles’in teklif ettiği varlıklar sıralaması paradigması gibi olanlar ise önemli fakat insanın konuya yaklaşımını yeniden yönlendirecek kadar radikal olmayan küçük devrimlerdir. Ancak bütün diğer devrimlerin çok üzerinde yer alan gerek doğaya olan yaklaşımı gerekse doğa ile ilgili temel fikirleri değiştiren yani modern bilimsel yaklaşımı doğuran devrim 15. yüzyılda başlayıp 16. yüzyıl boyunca devam eden devrimdir. Etkisi o kadar büyük olmuştur ki bu gelişme çoğu zaman haklı olarak Bilim Devrimi olarak adlandırılmıştır.
    Bu devrim bilim tarihindeki ne ilk ne de son devrimdir. Son birkaç on yıl içinde en temel fiziksel fikirlerin hatta bilimsel gerçeklerin daha eski fikirlerin açıklayamadığı gerçekleri açıklayan yeni bir teorinin otaya çıkmasıyla nasıl değiştirebildikleri çok tartışılmıştır. Bu gibi yeni bir teori kendi alanında devrim yapabilir. Teorinin yeni ve daha ayrıntılı görüşler getirip getirmediği sınanacaktır. Teorilerdeki bezeri değişiklikler veya paradigmalar yoğunluk ve yaygınlık bakımında farklılık gösterebilir bazıları yalnızca tek bir bilim dalını ve de kısa bir süre için etkileyebilir. Ancak 1500-1600’lardaki bilim devrimi bilimin her alanını etkilemekle kalmamış bilimsel araştırma tekniklerini bilim adamının, bilim adamının belirlediği hedefleri, bilimin felsefede ve hatta toplumda oynayabileceği rolü de değişmiştir. Bu kadar derin bir değişiklik tek başına meydana gelmemiştir. Bu değişiklik, insanın kendine ve içinde yaşadığı dünyaya bakışındaki daha genel bir değişikliğin yan ürünüdür. Bu da, Rönesans olarak bilinen değişikliktir.

    17. ve 18. Yüzyıllarda Bilim

    On yedinci yüzyılın başından on sekizinci yüzyılın sonuna kadar geçen süre içinde fiziksel evren hakkındaki genel bakış açısı, Kopernik’i bile hayrete düşürecek şekilde değişti. Başlatmış olduğu devrim o kadar çabuk gelişti ve yayıldı ki astronomi yanında fizik de değişime uğradı. Böylece Aristoteles evreninin son kalıntıları da tamamen yok oldu. Matematik gittikçe daha fazla fizik bilimlerinin temel aracı oldu. Sonuçlar sayılarla ifade edildi ve nitel değerlendirmeler reddedildi. Bilimsel aletlerin tasarımında ve üretiminde de önemli gelişmelere ortaya çıktı. Eğer fiziksel evren daha yakından ve daha yüksek hassasiyetle incelenecekse bunun için özel donanıma ihtiyaç vardı. Hassas aletlerin tasarımında yeni bir devir aslında on altıncı yüzyılın ikinci yarısında başladı.

    19. Yüzyılda Bilim ( Endüstri Devrimi ve Bilim )

    On dokuzuncu yüzyılda bilimin her dalında büyük ilerlemeler görüldü. Daha önceki bilim akademilerine ilave olarak uzmanlaşmış yeni bilim cemiyetleri ortaya çıktı ve bunlar bilgi miktarındaki artışın ve daha gelişmiş tekniklerin gerektirdiği gittikçe artan uzmanlaşmanın bir belirtisiydi. Diğer tarafta bilimin pratik sonuçlarının günlük hayatta açıkça kendini göstermesi bilimi daha popüler kıldı. Bu sonuçların en dikkat çekici olanı muhtemelen buhar makinesiydi. Daha sonra on dokuzuncu yüzyılın sonunda Michael Faraday’ın öncü çalışmalarıyla elektrik mühendisliği dediğimiz yeni bir teknik doğdu. Bilim Adamı kelimesi de ilk defa bu yüzyılda kullanıldı.

    Bu dönemin önde gelen özelliklerinden birisi bilimle teknolojinin yakınlaşmaya başlamasıdır. Özellikle bu yüzyılın ikinci yarısından sonra, bilimsel bilgi birikimi, gündelik ihtiyaçların karşılanması maksadıyla teknolojinin hizmetine verilmiş ve teknolojideki gelişmeler yerleşik yasam biçimlerini değiştirmeye başlamıştır. Örneğin, kuramsal elektrik araştırmalarından elde edilen sonuçlar, hemen elektrik dinamosu ve motoruna, telgrafa, telefona ve diğer cihazlara dönüştürülmüş ve bunların yaygınlaşmasıyla Dünya yeni bir çehre kazanmaya başlamıştır.

    Bu dönemin en önemli gelişmelerinden birisi, üretime yönelik araştırma laboratuarlarının kurulmasıdır. Bu laboratuarlarda geliştirilen ürünler, bunlara bağlı olan fabrikalarda seri olarak üretilmiş ve satışa sunulmuştur. Özellikle ABD'deki sanayi atılımında, gerek devlet ve gerekse özel teşebbüs eliyle kurulan dev araştırma laboratuarları etkin rol oynamışlardır.

    Bilimlerle felsefenin birbirlerinden kesin sınırlarla ayrıldığı bu yüzyılda, bilimlerde uzmanlaşmanın başladığı ve bilgi üretiminin ivmesinin inanılmayacak boyutlarda arttığı görülmektedir. Artık daha önceki devirlerde olduğu gibi bilimin bütün sahalarının bilinmesinin ve hattâ tanınmasının imkanı kalmamış, bilim adamları öğrenme ve araştırma faaliyetlerini bir ya da birkaç saha ile sınırlandırmaya başlamışlardır.

    Bu yüzyılda, çeşitli alanlarda elde edilen bulgulara dayanarak büyük çaplı bilimsel kuramlar doğmuştur. Fizikteki termodinamik ve elektromagnetik kuramları ile biyolojideki evrim kuramı bir alanın sınırlarını aşmış ve birçok uzmanlık sahasında tartışılır hale gelmiştir.

    Dönemin en belirgin özelliklerinden bir diğeri de, neredeyse Rönesans'tan beri beslenen bilim sevgisinin bu dönemde had safhaya ulaşmasıdır. İnsanlar birbiri ardısıra gelen bilimsel ve teknolojik gelişmelerden büyük ölçüde etkilenmiş, bilime büyük bir tutku ile bağlanmış ve bilimin her sorunun çaresini bulacağına inanmışlardır. Bu hayranlık ve iyimserlik, 20. yüzyılın ortalarına değin büyüyerek sürmüştür.

    20. Yüzyılda Bilim ( Çağdaş Bilim )

    On dokuzuncu yüzyıl boyunca hızla gelişen bilim yirminci yüzyılda daha da çabuk ilerledi. Bilimsel keşifler sayıca arttığı gibi daha önce hiç görülmemiş sayıdaki bilim adamı daha etkin ve daha gelişmiş bir donanım kullanarak çok kez şaşırtıcı sonuçlara ulaştı. Bunlar birkaç nesil öncesinin hayal gücü en kuvvetli aydınlarını bile hayrete düşürecek nitelikteydi. Bu kadar çok bilimsel araştırma doğal olarak çok miktarda yeni ve ayrıntılı delilleri de yanında getirdi ve fiziksel hakkındaki bazı karmaşık ve özel kavramlar doğdu. Bilimin gelişmesi hala devam etmektedir ve yapılan araştırmaların büyük bir kısmı geride durup onları tarihsel perspektif açısından görmemize izin vermeyecek kadar yenidir. Yirminci yüzyıl astronomisinin ortaya çıkardığı yeni ve geniş evren anlayışı, anlayışımızda meydana gelen büyük gelişmelerin bir neticesidir. Bununla çok yakından bağlantılı olan bir diğeri ise görelik ve kuantum teorilerinin fizik bilimlerinde yaptığı devrimdir ki modern nükleer bilim bu devrimin sayesinde doğmuştur. Biyoloji konusunda olağanüstü gelişmeler görülmüştür. İnsan ve hayvan fizyolojisini, kalıtımı ve evrimi içine alan bu gelişmeler neticesinde moleküler biyoloji denilen yeni bir bilim dalı doğmuştur. Bu fiziğin, kimyanın ve genetik teorisinin bir araya geldiği son derece önemli bir alandır.

    Yirminci yüzyıl bilimi bir çok yeni sahada araştırma yapmayı kolaylaştıran yirminci yüzyıl teknolojisindeki dikkat çekici gelişmeler tarafından da değişime uğratılmıştır.

    Matematik

    Bu dönemde matematiğe daha sağlam bir temel oluşturmaya yönelik felsefi ağırlıklı çalışmalar genişleyerek devam etmiştir. Russell, Poincaré, Hilbert ve Brouwer gibi matematikçiler bu konudaki görüşleriyle katkıda bulunmuşlardır
    Bu dönemin en orijinal matematikçileri olarak Dedekind ve Cantor sayılabilir. Dedekind erken tarihlerden itibaren irrasyonel sayılarla ilgilenmeye başlamış, rasyonel sayılar alanının sürekli reel sayılar biçimine genişletilebileceğini görmüştür. Cantor ise, bugünkü kümeler kuramının kurucusudur.

    Astronomi

    Bu dönemde astronomi alanında yıldızlar ve evrenin yapısına ilişkin çalışmalar artarak devam etmiş ve evrenin oluşumuna ilişkin Büyük Patlama Kuramı ortaya atılmıştır. Diğer taraftan, insanin bu evrende yalnız olup olmadığı tartışılmış ve bunu belirlemeye yönelik çeşitli projeler geliştirilmiştir.

    Fizik

    Bu dönemde Görelilik ve Kuantum kuramlarının ortaya çıkmasıyla birlikte, fizik alanı kavram ve kuramları açısından yeni temellere oturtulmuştur. Atom altı parçacıkların bulunmasından sonra Atom Kuramı bütünüyle yeni bir görünüme kavuşmuştur.

    Kimya

    Bu dönemde kimya, sanayinin belkemiği haline gelmiştir; ancak kimya çalışmaları sadece sanayide değil, tip basta olmak üzere değişik bilim dallarında da önemli rol oynamıştır. Atom konusundaki çalışmalar, genetik ile ilgili çalışmaları ve canlıların temel maddesi konusunda yapılan araştırmaları büyük ölçüde etkilemiştir.

    Biyoloji

    Bu dönemde hücrenin yapısı ve işlevlerine ilişkin çalışmalar biyolojiyi büyük ölçüde etkilemiştir. Bunun yani sira genetik alanında çok önemli adımlar atılmış ve özellikle son dönemde yapılan araştırmalarla klonlama yöntemine götüren yol açılmıştır.

    Jeoloji

    Bu dönemde jeoloji iki gelişmeden büyük ölçüde etkilenmiştir. Teknolojik atilim, radyo metrik tarihleme yönteminin uygulanmasında, kayaç ve minerallerin kimyasal çözümlenmesinde ve sismolojik incelemelerde büyük ilerlemelere yol açmıştır. Levha tektonogi ise bu yüzyılın ikinci yarısından sonra yerbilimlerinin hemen bütün dallarında büyük dönüşümlerin gerçekleşmesine neden olmuştur.

    Bilgisayar

    İnsanoğlunun ilk hesap makinesi abaküslerdir ve abaküse benzeyen ilk araçlar bundan 3000 sene önce kullanılmıştır. Otomatik hareketlerden yararlanan ilk toplama makinesini Blaise Pascal geliştirmiştir. Pascal bu makineyi tasarlarken, bir tarafa doğru döndürülen dişli çarkların hareketinden faydalanmıştır. Daha sonra Leibniz ayni prensiple çarpma işlemi de yapabilen bir makine daha geliştirmiştir.
    Hesaplamada elektronik sistemin öncüsü İngiliz bilim adamı Charles Babbage'dir. Babbage'nin Analitik Motor adini verdiği cihaz belli bir programlama içinde hesapları otomatik olarak yapabilmekteydi.

    Gerçek anlamda bilgisayarlar 1941 yılında Berlin'de Kondrad Zuse tarafından geliştirilmiştir. Onun yaptığı bilgisayar elektron lambalarından oluşuyordu ve ayni yıllarda Busines Machines Corporation adli firmanın yaptigi otomatik bilgisayardan çok daha hızlı çalışıyordu.

    1946'da, Amerikalı J. Presper Erchert ve John W.Mauchly, yüksek işlem hızına sahip tam elektronik ilk sayısal bilgisayarı geliştirdiler. 17500 civarında elektron tüpü, 1500 röle, 70000 direnç ve 10000 kondansatörden oluşmuş 30 ton ağırlığındaki bu dev makine, on haneli bedbin sayıyı bir saniye içinde toplayabiliyordu. Sonraki yıllarda inanılmaz bir süratle geliştirilen bilgisayarlar, bilgiyi çabuk ve doğru bir şekilde isleme ve saklama özellikleri nedeniyle, kısa sürede günlük hayatin ayrılmaz bir parçası haline geldiler. Bilgi üretimi ve dolaşımı hızlandı. Bu gelişmeler sayesinde, bir toplumun bütün bireylerinin bilgiye kolayca ulaşmaları ve onu tüketmeleri mümkün oldu. Bilgi toplumunun oluşumunu hızlandıran bu gelişmelerin yanısıra, basımevlerinden uzay gemilerine kadar hemen bütün makine ve araçların kontrolünü de bilgisayarlar üstlenmeye başladı. Böylece insanlar uzun süre alan ve oldukça karmaşık olan yorucu ve bıktırıcı islerden kurtuldular.

    Bilimin Keşifleri

    17. Yüzyıl :

  • 1658 Jan Swammerdam bir mikroskop altında kırmızı kan hücrelerini (alyuvarlar) gözlemledi.
  • 1663 Robert Hooke bir mikroskop kullanarak mantar tapası üzerinde hücreler farketti.
  • 1668 Francesco Redi larvaların kokuşmuş gıdalardaki "spontan generasyon" teorilerini çürüttü.
  • 1676 Anton van Leeuwenhoek protozoa (tek hücreli canlılar sınıfı) gözlemledi.
  • 1677 Anton van Leeuwenhoek spermleri gözlemledi.
  • 1683 Anton van Leeuwenhoek bakterileri gözlemledi.18. Yüzyıl :
  • 1765 Lazzaro Spallanzani hücresel hayatın spontan generasyonla gerçekleştiğine dair teorilerin bir çoğunu çürüttü.
  • 1771 Joseph Priestley bitkilerin karbondioksiti oksijene çevirdiğini keşfetti.
  • 1798 Thomas Malthus Nüfusun Esasları Üzerine Bir Makale'sinde insan nüfusundaki artış ve gıda üretimini ele aldı.19. Yüzyıl:
  • 1800 Karl Friedrich Burdach "Biyoloji" terimini ilk kez kullandı.
  • 1801 Jean-Baptiste Lamarck omurgasız canlıların sınıflandırılmasının detaylı çalışmasına başladı.
  • 1802 Modern anlamda "Biyoloji" terimi, birbirlerinden bağımsız olarak Gottfried Reinhold Treviranus ve Lamarck tarafından kullanıldı.
  • 1817 Pierre-Joseph Pelletier ile Joseph-Bienaime Caventou klorofili elde ettiler.
  • 1828 Friedrich Woehler, organik bir bileşiğin ilk sentezi olan ürenin sentezini gerçekleştirdi. 1838 Matthias Schleiden tüm bitki dokularının hücrelerden oluştuğunu keşfetti.
  • 1839 Theodor Schwann tüm hayvan dokularının hücrelerden oluştuğunu keşfetti.
  • 1856 Louis Pasteur mikroorganizmaların fermantasyonda etkili olduklarını vurguladı.
  • 1869 Friedrich Miescher hücrelerin çekirdeğinde bulunan nükleik asitleri keşfetti.20 Yüzyıl :
  • 1902 Walter S. Sutton ve Theodor Boveri mayoz bölünme sırasında kromozomların hareketlerinin Mendel'in kalıtım birimleriyle paralellik gösterdiğini saptayıp, bu birimlerin kromozomlarda bulunduğunu ileri sürdü.
  • 1906 Mikhail Tsvett organik bileşiklerin ayrıştırılması için kromatografi tekniğini keşfetti.
  • 1907 Ivan Pavlov sindirim fizyolojisi ve eğitim psikolojisi bakımından büyük önem taşıyan salya akıtan köpeklerle klasik koşullanma deneyini tamamladı.
  • 1907 Emil Fischer yapay olarak peptid amino asit zincirlerinin sentezini gerçekleştirdi ve bu şekilde proteinlerde bulunan amino asitlerin birbirleriyle amino grubu - asit grubu bağlarla bağlandıklarını gösterdi.
  • 1909 Wilhelm Ludwig Johannsen kalıtsal birimler için ilk kez "gen" terimini kullandı.
  • 1926 James Sumner üreaz enziminin bir protein olduğunu gösterdi.
  • 1929 Phoebus Levene nükleik asitlerdeki deoksiriboz şekerini keşfetti.
  • 1929 Edward Doisy and Adolf Butenandt birbirlerinden bağımsız olarak östron hormonunu keşfettiler.
  • 1930 John Northrop pepsin enziminin bir protein olduğunu gösterdi.
  • 1931 Adolf Butenandt androsteronu keşfetti.
  • 1932 Hans Krebs üre siklusunu keşfetti.
  • 1932 Tadeus Reichstein yapay olarak gerçekleştirilen ilk vitamin sentezi olan Vitamin C'nin sentezini başardı.
  • 1935 Wendell Stanley tütün mozaik virüsünü kristalize etti.
  • 1944 Oswald Avery pnömokok bakterilerde DNA'nın genetik şifreyi taşıdığını gösterdi.
  • 1944 Robert Woodward ve William von Eggers Doering kinini sentezlemeyi başardı
  • 1948 Erwin Chargaff DNA'daki guanin birimlerinin sayısının sitozin birimlerine ve adenin birimlerinin sayısının timin birimlerine eşit olduğunu gösterdi.
  • 1951 Robert Woodward kolesterol ve kortizonun sentezini gerçekleştirdi.
  • 1951 Fred Sanger, Hans Tuppy, and Ted Thompson insulin amino asit diziliminin kromatografik analizini tamamladı.
  • 1953 James Watson ve Francis Crick DNA'nın çift sarmal yapıda olduğunu ortaya koydu.
  • 1953 Max Perutz ve John Kendrew X-ray kırınım çalışmalarıyla hemoglobinin yapısını belirledi.
  • 1955 Severo Ochoa RNA polimeraz enzimlerini keşfetti.
  • 1955 Arthur Kornberg DNA polimeraz enzimlerini keşfetti.
  • 1960 Robert Woodward klorofil sentezini gerçekleştirmeyi başardı.
  • 1967 John Gurden nükleer transplantasyonu kullanarak bir kurbağayı klonlamayı başarıp, bir omurgalı canlıyı klonlayan ilk bilim adamı olarak tarihe geçti.
  • 1970 Hamilton Smith ve Daniel Nathans DNA restriksiyon enzimlerini keşfetti.
  • 1970 Howard Temin and David Baltimore birbirinden bağımsız olarak revers transkriptaz enzimlerini keşfetti.
  • 1972 Robert Woodward vitamin B-12 vitamininin sentezini gerçekleştirdi.
  • 1977 Fred Sanger ve Alan Coulson dideoksinükleotidleri ve jel elektroforezini kullanımını içeren hızlı bir gen dizisi belirleme tekniğini bilimin hizmetine sundu.
  • 1978 Fred Sanger PhiX174 virüsüne ait 5,386 bazlık dizilimi ortaya koydu ki bu tüm genom dizilimi gerçekleştirilen ilk canlıydı.
  • 1983 Kary Mullis polimeraz zincir reaksiyonunu keşfetti.
  • 1984 Alex Jeffreys bir genetik parmak izi metodu geliştirdi.
  • 1985 Harry Kroto, J.R. Heath, S.C. O'Brien, R.F. Curl ve Richard Smalley Karbon-60 Buckminster-fulleren molekülünün olağanüstü stabilitesini keşfettiler ve yapısını açığa çıkardılar.
  • 1985 Wolfgang Kratschmer, Lowell Lamb, Konstantinos Fostiropoulos ve Donald Huffman Buckminster-fulleren'in benzende çözülebilirliğinden dolayı isten ayrılabildiğini keşfettiler.